Bazı kavramlar, var olan psikolojik durumları açıklamak için genel olarak kabul görmüşlerdir; ancak DSM–V’te (Mental Bozuklukların Tanısal ve Sayımsal El Kitabı) yer almazlar.
Stockholm sendromu da bunlardan biridir. Bu tür kavramları bazı özel durumları anlamak için kullanabiliriz; ancak Yaygın Anksiyete Bozukluğu gibi üzerinde anlaşılmış bir tanı olarak görülmezler ve tedavi süreçleri standartlaşmış halde bulunmaz.
Şimdi bu çerçevede Stockholm sendromunun ne olduğuna ve hangi durumları anlamamıza yardımcı olabileceğine bakalım.
İsveç’in Stockholm kentinde 1973 yılında aslında diğer soygunlardan çok farklı olmayan bir soygun girişimi oldu. Ancak soygunun sonunda 6 gün boyunca rehin tutulan banka görevlisi daha sonra soyguncuyu savunmakla kalmadı; romantik bir ilişkileri oldu. Benzer biçimde yine aynı şehirde aynı yıl başka bir soygunda rehineler ve soyguncular arasında iyi ilişkiler gelişti.
Soygun sırasında polis baskını olacağını fark eden rehineler, failleri uyardılar. Mahkeme sürecinde aleyhlerine tanıklık yapmak istemediler ve savunmaları için aralarında para topladılar. Bu ve buna benzer bir dizi olayı inceleyen uzmanlar bireysel ya da grup halinde rehineler ve soyguncular arasında gelişen bağlanmalara açıklamaya giriştiler ve böylece “Stockholm Sendromu” ortaya çıktı.
Bu sendrom aslında, ilk olarak Freud tarafından ifade edilen bir savunma mekanizması olan özdeşim ve travmatik bağlanmanın bir bileşimine dayanmaktadır. Kişiler izole edildikleri yoğun travmatik deneyimler sırasında faillere karşı duygusal bağ kurarlar ve bu bağ yalnızca travmatik olayla sınırlı kalmaz. Her ne kadar adını Stockholm şehrindeki soygunlardan alsa da sendromunun açıklayıcılığı rehine – saldırgan ilişkilerinin ötesindeki pek çok ilişkiye (örneğin terörist kaçırma eylemleri, radikal dini tarikatlar, savaş esirleri, aile içi şiddet vb.) genişletilmiştir.
Stockholm Sendromu’ndan bahsedilmek için bazı şartların var olması gerekmektedir.
Bu şartların sağlanması halinde çok uzun zaman gerektirmeden de kişilerin travmatik bağlanmayı yaşamaları olasıdır. Sürenin uzaması da bağın gerçekleşme ve kuvvetlenme olasılığı artırabilmektedir.
Bütün bu şartlarda dahi saldırıya maruz kalan kişilerin neden olumlu bir bağ kurdukları ve hatta saldırının sonrasında dahi bu bağı korumaya devam ettiklerini anlamak, günlük hayat içerisindeki bizler için zor olabilir. Bu durumu anlayabilmek adına yukarıda belirtilen şartları yeniden gözden geçirmek önemlidir.
Stockholm Sendromu’nun geliştiği durumlarda saldırıya maruz kalanların fiziksel ya da psikolojik varlıklarını sürdürmeleri için neredeyse tek kaynak, hemen hemen her zaman saldırgandır. Bu durumda mağdur/kurtulanın iyi ilişkiler geliştirmesi hayatta kalabilmesi ihtimalini önemli ölçüde artırmaktadır. Ek olarak kişiler izole durumdadır, aldıkları bilgiler saldırgan tarafından manipüle edilmektedir. Bir süre sonra kişilerin hayatta kalma ya da psikolojik sağlıkları için verdikleri mücadele bu bilgiler çerçevesinde şekillenmektedir. Üçüncü bir koşul, kaçma olasılığının olmayışı ya da bu olasılık gerçekte olsa dahi yok sayılmasıdır.
Son olarak saldırganın olumlu tutum ve davranışları mağdur/kurtulanın empati yapmasının yolunu açmaktadır. Kişiler, saldırganın adaletsiz bir dünyada bunu yapmak zorunda oldukları, aslında daha kötü güçlere karşı savaştığını ya da bir biçimde haklı olduklarına dair bilgileri içselleştirmeye başlarlar. Bu noktada kurulan bağ yalnızca hayatta kalmakla sınırlı kalmayıp, saldırganla özdeşim aşamasına geçmiş olur. Böylece kaçma fırsatı varken kaçmamak, yardım etmek ve saldırı sonuçlansa dahi saldırganı savunmanın temelleri atılmış olur. Bireysel olarak hayatta kalma güdüsünün yüksek kuvvetinden temel alan bağlanma sosyal olarak bir grup kurma ve böylece birlikte hayatta kalma eğilimiyle birleştiğinde yüksek bağlılık içeren ve dışarıdan anlaşılmaz görünen bir ilişkiye sebep olur.
Stockholm Sendromu’nun gerek anlaşılmazlığından kaynanlanan ilgi çekiciliği gerekse film ve kitaplarda kullanılmasıyla oluşan görünürlüğüne karşın; araştırmalar koşulların hepsi sağlansa dahi sendromun yaygın olarak görülmediğini göstermektedir. Sendromun gelişim yaygınlığının ise farklı gruplar ve koşullara bağlı olarak değişmekle birlikte yüzde 5 ile 10 arasında olduğu tahmin edilmektedir.
Daha önce bahsettiğimiz gibi Stockholm Sendromu bir tanı değildir. Bu nedenle doğrudan bir tedavisinden söz etmek mümkün değildir. Bazı özel koşullar altında bireylerin yaşadığı durumu anlamamızı ve böylece daha rahat biçimde yardımcı olmamızı sağlayabilir.
Örneğin, kaçırılmış biri kendini kaçıranlara yönelik tanıklık etmek istemeyebilir. Uzun zamandır fiziksel ya da psikolojik şiddete uğrayan bir tanıdığımız ona şiddet uygulayan yakınına karşı savunmacı olabilir. Benzer biçimde tek seferlik bir travmatik deneyime maruz kalmış arkadaşımız saldırganına karşı olumlu hisler besleyebilir ve saldırıyı adli makamlara bildirmekte isteksizlik gösterebilir. Bütün bu durumlarda kurtulan/mağdurlar düşünce ve duygularından son derece emin olabilir ve kendi özgür iradeleri ile bu şekilde düşündükleri ve davrandıklarını ifade edebilirler.
Stockholm Sendromu belirtileri gösteren kişilerin bu gibi duygu, davranış ve düşünceleri onlara destek olmak isteyen kişileri kızdırabilir, kafalarını karıştırabilir. Elde tutulması gereken ilk nokta, kişilerin günlük hayatın akışını ciddi anlamda bozacak travmatik bir deneyim yaşadıkları ve tehlikenin boyutu objektif olarak ne olursa olsun öznel açıdan yoğun bir varoluş tehdidi ile yüz yüze kaldıkları gerçeğidir. Bu durumda kişiler fisiksel – psikolojik varlıklarını devam ettirebilmek adına ellerindeki en güçlü savunma mekanizmalarını kullanmışlardır. Bunun hızlıca sönümlenmesi beklemek eşyanın tabiatına aykıdır.
Bu gibi durumlarda “Travma Sonrası Stres” tepkileri ile benzerlik gösterebilir ve benzer müdahaleler kullanılabilir. Travmatik olaylar sonrası verilen tepkiler için sıklıkla kullanılan şu cümle süreci anlamayı ve müdahale etmeyi kolaylaştırabilir: “Bunlar normal tepkiler olmayabilir; ancak anormal durumlara anormal tepkiler vermek normaldir”. Müdahale sürecinde fiziksel ve psikolojik güvenliğin sürdürülebilir biçimde sağlanması, kurtulanın stres – travmatik olay ve bunlara verilen tepkilere dair farkındalığının artması, savunma mekanizmalarının ve zihnimizin bilgi işleme süreçlerinin anlaşılması önem arz etmektedir.
Kurtulanın yeni normale uyum sağlaması zaman alacaktır. Bu sürede inişler ve çıkışlar olması doğaldır. Sürecin gerekli noktalarında psikolojik destek alınması hem kurtulan hem de yakınları açısından önemlidir.
Stockholm Sendromu’ndan ne zaman bahsedilse benzer başka bir bağ kurma süreci olan ve Stockholm Sendromu’nun tersi olarak bilinen Lima Sendromu’nun akla gelmesi olasıdır. Lima sendromu, adını 1996 yılının sonlarında Peru, Lima’da başlayan bir rehine krizinden alır. Bu kriz sırasında, Japon büyükelçisi tarafından düzenlenen bir partide yüzlerce misafir yakalandı ve rehin alındı. Tutsakların çoğu üst düzey diplomatlar ve hükümet yetkilileriydi.
Onları kaçıranlar, asıl talepleri üyelerinin hapishaneden serbest bırakılması olan Tupac Amaru Devrimci Hareketi (MTRA) üyeleriydi. Krizin ilk ayında çok sayıda rehine serbest bırakıldı. Bu rehinelerin çoğu büyük önem taşıyordu ve durum bağlamında serbest bırakılmaları mantıksız görünüyordu. Rehinelerin, Stockholm Sendromu’nda olduğu gibi, kendilerini tutanlarla olumlu bir bağ kurmalarından ziyade tam tersi bir durumun gerçekleştiği görüldü.
Rehinecilerin çoğu, tutsaklarına sempati duymaya başladı. Bu yanıt Lima sendromu olarak adlandırıldı. Lima sendromunun etkileri, tutsakların zarar görme olasılığını azaltırken, serbest bırakılma veya kaçmalarına izin verilme şanslarını artırdı. Rehine krizi, 1997 baharında özel kuvvetler operasyonu sırasında kalan rehinelerin serbest bırakılmasıyla sona erdi.
Bana hızlıca ulaşıp, randevu almak için aşağıdaki iletişim bilgilerini kullanabilirsiniz.
Yaygın anksiyete bozukluğu, obsesif kompulsif bozukluk, panik bozukluk, sosyal anksiyete bozukluğu, post travmatik stres bozukluğu, major depresif bozukluğuna sahip ve terapi gereksinimi olan hastalara akılcı duygulanım davranışçı ve bilişsel davranışçı terapi yapmaktadır.